
Geçiş toplumlarının en büyük çıkmazı bugüne hükmedememesidir. Güne hükmedemeyenler ise varlık gösterebilmek ya da kendilerine varlık sahası açabilmek için ya nostalji yapar ya da ütopyalar kurarlar. Bu durum özelde bireyin genelde ise bir toplumun başına gelebilecek en büyük felakettir. Bu felaketle yüzleşemeyen toplumların cami avlularından kumarhanelerine, şantiye alanlarından devlet dairelerine, okul koridorlarından kongre salonlarına kadar tüm unsurları karanlık çağ tarafından kuşatılmış ya da hayali gelecek tasavvurları tarafından işgal edilmiş demektir. Bu işgal önce insanın ruh kılcallarında onarılması mümkün olmayan yaralar açar ve bir varoluş gayesi ortaya koyamayan birey, inanç bütünlüğünü sağlayabilme ihtimalini kendinden önceki kuşaklara havale ederken hayallerinin gerçekleşme ihtimalini ise politikacıların hamaset içeren vaatlerinde arar.
Özel gün kutlamaları, kutsallık atfedilen kurtuluş günleri, meydanlarda sıkılan yumruklar ve atılan sloganlar bu arada kalmışlığın ayinleri olarak gün yüzüne çıkar. Geçmiş günlerin hasreti ve gelecek kaygısı arasında bocalayan insanın ruh yarasının kaynağını aramak yerine kendini, bir yıl boyunca lanet ettiği günü kutlarken üflediği mumların önünde buluvermesi bundandır. Bundandır hayatına aksettiremediği değerlerin tüm yükünü evlatlarına yüklemesi ve onlarda görme arzusu. Bağlı bulunduğu topluma ve var olduğu toprağa borcunun olduğunu bilecek olgunluğa ulaşmış insanın, meydanlarda yumruklarını sıkarak bu borcu ödeyeceğine inanması bundandır. Cedlerinin kanlarıyla sulayarak kendisine vatan kıldığı topraklar için can verecek kadar erişilmesi zor bir bilinç düzeyine ulaşmış bireyin, ışıktan arındırılmış salonlarda duygu yüklü şiirler dinlerken kendisini Viyana kapılarında hissetmesi ışıklar açıldığında ise bir küheylanın değil de petrol mamulü bir sandalyenin üzerinde oturduğunu fark etmesi tüm bu tezatların tezahürleridir.
İç yolculuğunu başlatamayan ve kendi hikâyesini yazamayan kitleler ya söz cambazlarının ağlarına takılır ya da senaryoda paylarına düşen rolü oynarlar. Özde başlayan bu çürüme zamanla kabuğa da sirayet eder ve bireyin çıkmazları şizofren bir toplum yapısını doğurur. Aslında klinik bir vaka olarak değerlendirilmesi gereken bu yapı kendisine eklemleyemediği bireyleri fişleme ve ayıklama yoluyla sistemin dışına atar. Tüm bu çelişkileri hayat gayesi edinemeyen ve varoluş sebebini “eşref-i mahlûkat olarak ayak bastığı gurbetlik diyarında izzetiyle misafir olmak” olarak algılayanlar, bu çarkın cüzzamlıları olarak görülürler. Onlar için artık iki yol vardır. Ya kılıçlarını kırıp dağlara çekilecekler ya da toplumun kanayan yaralarını vicdanlarında hissetmenin bedelini her gün farklı şekillerde ödeyecekler.
M. Musab ÖNDER