
Güneş eğiyor başını, akşamın gelişini haber veriyor. Bir çeşme başında soluklanıyorum bir çift kumru suyun serinliğine yaklaşmış, dertleşiyor. Bir çift kurbağa balçıklı suyun içinden gözlerini kısarak beni seyrediyor. Bir kelebek taşın üzerinde “Bir İdam Mahkûmunun Son Günü’nü” okuyor. Kelebeğin kaderine denk düşüyor kaderim, hem kelebeğin hem de tuttuğu kitabın kaderine. Bir idam mahkûmu değilim belki ama benimde son günüm diyorum. Evet! Son günüm bir öğle vakti koyulduğum bu yolda bir öğle vakti son bulacak hikâyem. Günahlarım, sevinçlerim, kuşkularım, sevdiklerim, sevemediklerim, tahammül ettiklerim, güç yetiremediklerim, hayatta oluşlarına anlam veremediklerim hepsi geride kalacak. Bir gün sonra güneş en tepedeyken her şey benim için son bulacak. Sevdiğim şiirler bir başkasının hikâyesinde yer bulacak kendine, eşlik ettiğim türküler başka sızılara derman olacak.
Birkaç yudum alıyorum sudan ve kimsenin rahatını bozmadan devam ediyorum yoluma, yani sonuma. Yalnız kalacağım bir yer arayışım sürüyor. Bir kasaba bulacağım belki, sonra bir orman ve ormanda bir kuytu, bir ağaç dalı ve ölümümden sorumlu olanları açıklayacağım bir mektup yazacak kadar zaman aralığı bulacağım elbette.
Hava kararmak üzereyken geçiyorum kasabadan. Çocuklar gülüyor, büyükler taş atıyor arkamdan. Bir baykuş ağacın dalında feryat figan ediyor “Okuyun! Ne olur okuyun! Mürekkebin akmadığı yerden kan akıyor.” Çocukların tebessümü taşlaşacak, gün gelecek taş tutan ellerin sahiplerine benzeyecekler diye korkuyorum. Büyümek denilen şeyin büyüklere benzemek olduğunu zannedecekler diye telaşlanıyorum. Tüm çocuklar için bir koruma kanunu çıkarıyorum, hemen. Onları şiddetten değil benliklerindeki güzelliklerin yok edilmesinden koruyacak bir kanun. Temiz dünyalarını, gülen gözlerini, kimseyi incitmeyen oyunlarını, annelerine bakışlarını, utançtan kızaran yanaklarını ömür boyu muhafaza edecek bir kanun. Ayak bileğime vuran bir taşla irkiliyorum ve yarım kalan bir hayal ile yola devam ediyorum.
Adımlarımı seyrekleştiriyor, gözlerimi kapatıyorum eski zamanlarda da böyle miydi her şey diye düşünürken bir savaş meydanında buluyorum kendimi. Kılıçlar, gürzler, toplar, tüfekler. Piyade savaşı bitmiş kalabalık iki ordu göğüs göğse çarpışmaktalar. Kalabalığı görünce açıyorum gözlerimi. Kalabalık varsa demek ki aynıymış her şey. Kazanan kanlı bir toprağın, kaybeden yere düşmüş bir itibarın sahibi olacak. Ve kazanan, hiçbir zaman meydanda olmayacak. Adımlarımı sıklaştırıp, gözlerimi kapatıp ileride de böyle mi olacak acaba diye düşünmüyorum. Bir günlük ömrüme, gelecek günlerin telaşını sıkıştırmak istemiyorum.
Bir köy görünüyor uzakta ve bir çoban, kalabalık bir sürünün arkasında. Her çoban gibi sürüsünden mesul, benim mesuliyetim kimde acaba diye sorgulamakta. Tozu dumana katarak bir atlı geliyor arkamdan, çoban bağırıyor ‘çekil beyimin yolundan’ çoban sahibini buluyor. O çoban bu çoban, o sürü bu sürü değil. Mesuliyet sandığın şey, iradeni başkasına teslim edip kendi amelinden sorguya çekilmeyi beklemek hiç değil diyorum, duyan yok. Toz bulutu dağılıyor söğüdün altında bir köylü beliriyor, atımı elimden aldılar diyerek gözyaşları içinde Çehov’un ‘Acı’ adlı öyküsünü okuyor. Gözyaşlarının düştüğü yerde bir çekirge ‘bu kez adalet için sıçrıyorum’ diyerek düştüğü yerde can veriyor.
Bir telaş sökün ediyor ve seremoni başlıyor. Önce uzaktaki akrabalar haberdar ediliyor, hayattayken feryadını duymayan kim olduğundan bihaber ne kadar yakını varsa üşüşüyorlar çekirgenin başına. Defin işlemleri planlanıyor, mahzun bir eda ile gelen ziyaretçiler yapmacık bir taziyeden sonra yaşamadıkları bir acıyı yorumlamaya çalışıyorlar aralarında. Gidenin henüz toprağı üzerine düşmeden, kalanlar için kazanlar kuruluyor. Taze darılar ve mısırlar ikram ediliyor. Kimse sormuyor bu neyin yemeği kimin ikramı. Çünkü herkes biliyor; bizde matemin ardından hep toklar doyurulur. Sevincin ardından ise çocukların ellerine boş zarflar tutuşturulur.
Güneş gidiyor, gün bitiyor. Çekirgenin yatağı bana benim kaderim çekirgeye denk düşüyor. Çağın ıstırabını yüklenmiş çekirgenin sinesine doğru uzanıyorum. Ömrümün sonuna yetişemiyor, ecelimi başucuma çağırıyorum. Ve ben ölüyorum…
M. Musab ÖNDER